Belki yaş kemale erdiğinden, belki de ülke her gün gerçeküstü bir hızla devinen gündemini vurdumduymazca bize empoze ettiğinden; kendim de dahil olmak üzere etrafımdaki herkes kendiyle ve geçmişiyle yüzleşme çabasında. Ben kimim? Neden buradayım? Bugüne kadar yaşadıklarımı neden yaşadım ve bu yaşanmışlıklar beni nereye götürüyor? İlk cevap, aile. Terapi görenler bir yana, azıcık kişisel gelişim kitabı karıştırmışlarımızın bile bildiği gibi, bizi biz yapan en büyük etken ailemiz. En çekirdekten en genişine ailenin haletiruhiyesi ve DNA’sıyla harmanlanıp bugünkü karakterimiz, hayatımız ve bir anlamda kaderimize ulaşıyoruz.
Sosyologların ergen bir çocuğa benzettiği Türkiye tarihi atlamalar, keskin zıplamalar, inkarlar, küskünlükler, hop geri dönüp kucaklaşmalar ve zamansız samimiyetlerle dolu. Bu nedenle az zamanda yapılan çok ve büyük işler arasında, ayakta kalabilmiş soyağaçlarını bulmak da tarihleriyle yüzleştirmek de kolay değil. Bu konuyu araştırırken hanedanın genç üyelerinden veto yediğimiz oldu. Dilimizde paşa torunu, mirasçı, aristokrat, asil, soylu kelimelerinin ara sıra gururla karışık tevazu suçlulukla harmanlanmış gösteriş spektrumunda gidip geliyor olmasını bu yüzleşme sürecinin devam ediyor oluşuna bağlıyorum.
Çekimimize katılmayı kabul eden kişilerin ortak özelliği, yalnızca ailelerinde paşa rütbesinde tarihi kişilikler olması değil. Aynı zamanda kendilerine bakıp gördüklerinden memnun olmaları.
Bunu en çok fotoğrafçı Bennu Gerede’nin oğulları Dylan. Darren. Miro ve Kai’da fark ediyoruz. Z neslinin 16.14.8 yaşındaki temsilcileri; Bosna’nın yönetiminde söz sahibi olan Rıdvanbeyoğlu ailesinden Ferik Mehmet Ali Paşa’nın soyundan geliyorlar. Fakat çetenin alfası Dylan’dan öğrendiğimiz üzere, ailenin derin geçmişiyle ilgili değiller. Onlar için gurur duyulacak nokta. Atatürk’ün Samsun’a çıkışından beri yanında yer almış dedeleri Hüsrev Gerede’nin büyükelçilik yaptığı dönemdeki çalışmaları. Dedemiz sayesinde Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş ama kimsenin bunu bildiği yok” diyor Dylan. Onun da bu konuda bir şey yapmaya gönlü yok. çünkü şu anda dünyası sörf dalgaları ve kaykay etrafında dönüyor. Çocuklar, anneleriyle birlikte yakında Bali’ye taşınıyorlar. Bu değişiklik onları korkutmuyor. Orada da Fransız okulu varmış, ona devam edecekler. Onlarla sohbet ederken insan, dünyanın neresine taşınırlarsa taşınsınlar, ne giyerlerse giysinler; hem kendi derileri hem de beş kişilik klanları içinde son derece rahat oldukları hissini alıyor.
Halim ve Feride Tansuğ. modaya odaklanan ilk halkla ilişkiler ajansı L’Appart PR’ın sahibi iki kardeş. Aile ağaçlarının tepesinde bugünkü Mısır’ın kurucusu olarak bilinen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ismi var. Kavalalı, kökü Erzincan İliç’e dayanan, gözü pek. hırslı bir tüccarken asker oluyor ve rütbe basamaklarını hızla tırmanıyor. Tarih derslerinden de hatırlarsınız; Mısır valiliğini elde ettikten sonra OsmanlI’ya karşı ayaklanan, orduları Kütahya’ya kadar giren ve bir süre için bağımsızlığını elde eden Mısır Hidivliği’ni kuran güçlü bir kişilik.
Bir nevi eski zaman girişimcisi, kendini yoktan var etmiş biri. Feride. Paris merkezli L’Appart’ın İstanbul ayağını genç yaşında kendi başına kurmuş ve büyütmüş. Halim ise diplomatlık hayalinden vazgeçip farklı şirketlerde çalıştıktan sonra kardeşi ile çalışmaya başlamış. Bugün L’Appart dışında YouTube kanallarıyla internet televizyonculuğuna soyunan bir projede de ortaklar. Halim, bu girişimci ruhu büyük büyükdedelerinden aldığını düşünüyor. Koşullar ne olursa olsun, yılmama azmi ve dünya ile temas halinde olma merakı ona göre genetik miraslarında mevcut. Çekimin en güçlü yüzü Zeynep Tekeli de Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunlarından. Tansuğ’larla tanışmasalar da akrabalar fakat başka bir aileden geliyor. Babaannesi Prenses Zehra. 1900’lü yılların başında üç kez evlilik yapmış; Piyer Loti’nin de âşık olduğu ama kavuşamadığı, muktedir bir kadın. Aynı zamanda anne tarafından antika ve sanat merakıyla bilinen siyasetçi Salâh Cimcoz’un torunu. Eski şehzade yataklarını sedir haline getirip Üsküdar çatmalarıyla kaplayan annesinden aldığı estetik anlayışla İngiliz filolojisinin yanı sıra sanat tarihi okumaya yönelmiş. 14 yaşından beri sakladığı Fransızca sanat kitapları hâlâ Anadoluhisarı’ndaki evinin kütüphanesinde duruyor. Resim koleksiyonunda ise ailesinden kalma Fikret Mualla. Erol Akyavaş. Nedim Günsür tabloları bulunuyor.
Kavalalı’nın soyağacının dalları; her nasılsa, bir diğer modelimiz Cem Üner’in ailesine de uzanıyor. Paşanın kızı, hastanesiyle tanıdığımız Zeynep Kamil. Cem Üner’in büyük büyük amcası Sadrazam Yusuf Kamil Paşa’nın eşi. Cem Üner’in baba tarafı ise Kadıköy’deki semte verilen adından bildiğimiz Mustafa Ziver Bey’e dayanıyor. Morali bir yeniçeri subayı olan dedesi gibi asker olmayıp BabIali’de yükseliyor, çeşitli illerde valilik ve İstanbul’da belediye başkanlığı da yapan Ziver Bey. Vizyoner bir adam; Evde tesadüfen bulunan tarihi belgeler arasında hayata geçirilmeyen ilk metro projesini padişaha sunduğu bir mektup var. Ailede devlet adamlığı, hukuk ve bunların yanı sıra sıkı bir Galatasaraylılık damarı baskın; ses mühendisi Cem dışında tüm kuzenler avukat. Cem’e babasından ve dedesinden kalan miras, kibarlıkları ve mesafeli duruşları olmuş. Çekirdek aile içinde ‘siz’li konuşulan bir kibarlıktan değil, henüz ergenliğe girmemiş torununa bile birey gibi davranan dedelerden bahsediyor.
Mehmet Korutürk. genç bir işadamı.
Teknoloji, enerji, otomotiv ve spor alanlarına yatırım yapan Lüksemburglu bir fonun yöneticilerinden. Bağımsız sinema platformu MUBI’nin danışma kurulu üyeliğinden Formula 1 yöneticiliğine uzanan geniş ve global bir ağın içinde faaliyet gösteriyor. Soyadından da anlaşılacağı gibi, büyükbabası Türkiye’nin altıncı cumhurbaşkanı Fahri Korutürk. Babaannesi. Salâh Cimcoz’un kızı ressam Emel Hanım. Mehmet, yaratıcılığını ve sanata olan ilgisini ona borçlu olduğunu düşünüyor. Torunlarını yurt içi ve dışında müzelere götürmeyi hiç ihmal etmez ve tanıdığı sanatçılarla ilgili hep ilginç anekdotlar anlatırmış. ‘Korutürk’ soyadının hikayesi de Mehmet için aynı derecede ilham verici:
Bu soyadı, büyükbabama, kendisine hiç beklemediği bir anda verilen bir görevi başarıyla yerine getirmesinden sonra bizzat Atatürk tarafından verilmiş. Bu hikaye bana şans diye bir şeyin olmadığını ve başarının yolunun insanın çok çalışmasından, fırsatları değerlendirebilecek öngörüye ve önüne çıkan görevleri en iyi şekilde yerine getirebilecek altyapıya sahip olmasından geçtiğini düşündürür.”