Röportaj EBRU ÇAPA Fotoğraflar YAŞAR GAGA
Sezen Aksu’nun sanat hayatının 40’ıncı yılı. Memleket meselesi mi, aşk acısı mı, sevinç mi, yas mı; yaptığı 8oo’e yakın şarkıdan birinin bile hayatına dokunmadığını söyleyen taş olur. Sevenlerinin gözü aydın: Önümüzdeki aylar, Sezen’den yana Sezen kadar velut geçecek.
Sevdiğim ve sık andığım bir ecnebi deyiş var; “It takes a long time to become young” diye giden: Gençlik, uzun zaman alır.
Sezen Aksu’ya, sözün diriliği kıdemden mi gelir, kıdeme rağmen mi diye soracak olursanız; “Sözün diri olması ya da olmaması, hayatta ne kadar karşılığı olduğuna bağlı tamamen” şeklinde cevap geliyor:
“Söz ne kadar içeriden ve hakiki bir yerden söylenirse, o kadar uzun solukludur. Hakikatten kastettiğim şey de şu: Söz genelde, o anda gözlemlediğimiz sonucu dillendirir. Ama dil, sonucu doğru anlamlandırabilecek, onu hazırlayan başlangıç ve birikimi de kapsayabilecek derinlikteyse -ki bu sezgisel bir kavrayıştır- dünya zamanı ile sınırlanmaz. Benim kurduğum dil beni 40 yıla taşıdığı için sezgilerime, hissedişlerime ve hayata teşekkür borçluyum. Anlam üretmek, planla programla, insan aklıyla halledilebilecek bir şey değil. Bu noktada biraz yaradılış, biraz yanınıza düşen olay ve insanlar, biraz baktığını görme arzusu… Yani bir sürü şans faktörünün ve elbette ki nasıl bir insan olmak istediğinize dair iradi seçimlerin bir bileşimi olmalı. Her şeyin bir adı olduğu gibi bunun da bir adı var. Adına da derler, kıdem…” Gülerek ekliyor sonra: “Adına Da Derler Seks şarkısındaki gibi tınladı bak!”
Kariyerin üretimden yana bu denli verimli, bereketli olanı söz konusuysa, kıdemle seks arasında çağrışım bağı kurmak da abesle iştigale girmez elbet.
Önümüzdeki yıl, müstakil bir yıl olabilir ama biz onu Sezenli Yıllar olarak anacağız. Zira 40. Sanat Yılı, alanında benim diyen birçok ismin birleştiği bir kadronun elinden çıkan farklı işlerle taltif edilecek, kutlanacak.
Konserler, tüm albümlerinin, 40 yıllık külliyatın toplandığı katalog çalışması, notalarının ilk kez kitaplaştırtacağı bir nota kitabı serisi…
Most Productions tarafından organize edilen konser serisi için bir yıldır aralıksız çalışılıyor. Koreografi Zeynep Tanbay’m, sahne ve ışık tasarımı Cem Yılmazer’in, prodüksiyon amirliği Serdar Altmçizme’nin sorumluluğunda; yönetmen koltuğunda Cüneyt Özdemir oturuyor.
“Sezen Aksu, Türkiye’de doğup büyüyen bütün insanlar için ne anlam ifade ediyorsa, benim için de öyle bir anlam ifade ediyor” diyor, Özdemir: “Elbette benim de hayatımda çok önemli bir yerde.”
Sezenli Yıllar konserlerinin fikrinin doğması, bundan tam bir yıl önce Bodrum’da vuku bulan bir akşam yemeğine dayanıyor. Sezen Aksu, Mustafa Oğuz ve Cüneyt Özdemir’in aile fertleriyle birlikte bir masada buluştuğu o yemekte, sohbetin arasında Türkiye’de konserlerin niçin üç aşağı beş yukarı hep birbirine benzediği konusu gündeme geliyor ve tatlı-kahve faslına kadar da o mevzuun dolmuşundan inilmiyor.
Grubun bir kısmı, ertesi gün Mavi Yolculuk’a çıkıyorlar. Seyahat dönüşünde Mustafa Oğuz, Özdemir’i arayıp, bu konuyu düşünüp taşındıklarını, ona hak verdiklerini söyleyerek (madem durum bu) birlikte farklı bir şey yapmalarını öneriyor. Bir yıl boyunca virgül koyulmayan hummalı çalışmalar, bu iddiadan yola çıkıyor.
Özdemir, ilk iş olarak, kendi ekibiyle birlikte, uluslararası çapta, büyük konser diye sunulan ne varsa DVD’sini izlemiş. Video mapping’den, multivizyon gösterilerine, sürprizi kaçmasın diye ifşa etmemize müsaade olmayan, fakat kimi bölümleri dinlerken bile insanı kıkırdatan sahne şovlarından, insanın canını yakan toplumsal hadiselerin hazin görüntülerine bakış kült kadar, bugün nihai olarak şeklini bulmuş pek çok şey, akıllarında canlandığı ham haliyle, Oğuz’a bir sunumla takdim edilmiş. Ortak bir dilde hemfikir olununca da farklı disiplinden profesyonellerle, sanatçılarla görüşmeler başlamış.
“Sezen’in 40 yılını geleceğe taşıyan bir yaklaşım olsun istedik” diye özetliyor Özdemir: “#sezenliyillar hashtag’ini kullanıma açıp, bunu konuşan insanlarla sürece interaktivite katmayı hedefledik. Sezen Aksu çalıştım, ders gibi. Onun hikayesine odaklandım. Kimi zaman daha kişisel yolculuklara çıktığı, kimi zaman dünya ve memleket meseleleri üzerine dertlendiği 40 yıl söz konusu. Biz moda deyimiyle, büyük resme baktık. Zaman zaman eleştirilmiş, zaman zaman baştacı edilmiş, her şekilde yaşadıklarını sanatına dönüştürmüş birini gördük karşımızda. Aşk da var, yalnızlık da var, büyük şehirlerden farklı soyal sınıfların serzenişleri de var… Hrant Dink, Sivas katliamı, 12 Eylül, çocuk gelinler, Cumartesi Anneleri, İkinci Dünya Savaşı… Bir ozan var karşımızda. Büyük kitlelerin meselesini kendi sözlerine dökmüş, acılarını paylaşmış bir ozan Sezen.”
Konserlerin 14 ve 15 Temmuz’daki ilk ikisi Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde, alan açısından tahayyüllerini sahneye yansıtmalarına daha geniş imkan tanıyacak üçüncü ve sonuncusu ise sonbaharda Volkswagen Arena’da gerçekleşecek.
“Sonuç, ekibin profesyonelliğinin de bir nevi sınavı olacak” diyor Özdemir: “Belki de ilk kez bir konser için tanıtım videoları, viraller çektik. Geniş bir arşivim var benim, konser için onu açtım. Kimileri belgesel tadında, kimileri ikonik görüntüler… İtinayla üzerinde durduğumuz şey hep şuydu: Sezen Aksu’nun başrolde olduğu iki saatlik bir konser tecrübesi yaşatmak… Hayallerimizin ancak yüzde 8o’ini hayata geçirebildik gerçi. Yine de bu kadarıyla bile, Türkiye’de bir konserde neler yapılabileceğinin çıtasını yükseltebilirsek, ne mutlu bize.”
Bir yıl önce, çatıyı kurarken, ilk gözettikleri şey elbette playlist olmuş. 800 şarkılık repertuardan playlist ayıklamak da edisyon marifeti ister, malum.
Sebil dediğiniz, hele ki Sezen Aksu gibi bereketli bir kaynaksa… O saçıldıkça saçılır da kim toplayacak?
Müzik yazarı ve DJ Murat Meriç derin bir nefes alıp işe girişmiş. Mevcut playlist bugüne kadar beş ayrı edisyondan geçtiyse de ilk elden seçilenler, omurgayı oluşturmuş.
“Geçtiğimiz yaz bir gün Mustafa Oğuz aradı” diye anlatıyor, kendi zaviyesinden hikayenin başını Meriç: “Sezen Aksu’nun 40. Yıl konseri için repertuar seçimi! Zordu… 40 yıllık kariyerde boş yoktu. Sadece kendi yorumladıkları üzerinden gittiğimizde bile zor bir seçim. Oturdum, bütün albümleri tek tek dinledim, kimi şarkıları kenara ayırdım. Ayırırken, popülerliklerinden öte, Sezen Aksu tarihindeki yerlerini baz aldım. Sonra onları yeniden dinledim ve biraz daha azalttım. En
Söz bitmez. Çağlar boyunca yeniden ve yeniler tarafından üretilerek yenilenir. Gittikçe çoğalır. Hayat gibi ileriye akar hep. Katma değeri olan her ifade çok değerlidir. Söz biterse kıyamet kopar. son küçük düzenlemelerle son hali verdik. Şarkılar sürpriz olsun; dinleyenler neyi neden seçtiğimizi zaten izlerken anlayacak. Bir ‘en iyiler’ akışı bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir ama herkesin ‘iyi’si değişik olacağı için bunu yapmak zaten mümkün değil. Gelenleri memnun edecek bir repertuar oldu; inancım bu yönde. Şunu itiraf edeyim: Sezen Aksu’nun yıllardır sahnede söylemediği, çok sevdiğim bir şarkıyı repertuara koydum. Sezen Aksu dahil, hepimiz üzerinde uzlaştık.
O gece, ben o şarkıyı bekliyor olacağım. Heyecan? Şüphesiz en üst noktada!”
Çorbada tuzu bulunan tüm aktörlerin başına gelenleri anlatırken kurdukları “Bir gün telefon çaldı” cümlesinin kahramanı, hattın öbür ucunda bulunan yapımcı Mustafa Oğuz, 1986’dan 2000’e kadar bilfiil Sezen Aksu’nun menajerliğini yapmış, halen yapımcı olarak onunla çalışan, tüm bunların ötesinde de 70’lerin ortalarından beri Sezen Aksu’yla yakın dostluk hukuku bulunan biri olarak “Beni boşver” diyor: “Sezen’in benim için profesyonel olarak da dostum olarak da yeri tartışılmaz derecede mühimdir fakat herhangi bir vatandaş olarak, hayatımızda Sezen Aksu olmasaydı ne olurdu düşünsene? Herhalde çok büyük bir eksik olurdu. Bu yaptığımız da Sezen’in bize bütün kattıklarına karşı bir şey verebilmek arzusu, sorumluluğu…”
Sezen Aksu, bu toprakların görüp gördüğü en acayip duygu dekoderlerinden biri; bir nevi medyum…
Herkesin Sezen’i kendine… Misal, bu satırların yazarının hayatta şarkı söylemeye dair ilk hatırası ona dair. Evdekilere baygınlık geçirtecek şekilde, durmaksızın Vurdumduymaz’ı söyleyip duruyordum ezbere. 45’liğin çıkış tarihi 1976, bendeniz dört yaşımdaydım o sırada. Biliyorsun’un “Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun / Beraber olamayız benim gibi biliyorsun / Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım / Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun” sözlerini, Çeşme’deki balkonda walkman’den dinleyip aşk acısıyla zırıl zırıl ağlamam dokuz yaşıma tekabül ediyor. Gören de Romeo ve Juliet kahrından mustaribim sanır, altı üstü sitedeki bir çocuğa hastayım, üstelik çocuk da bana yanık, ertesi
Galiba her şey kendiliğinden oldu. Küçük aklımla bu büyük sırrı çözebilmem mümkün değil. Bütün bu söylediklerim de bu küçük aklın elverdiği kadar. Yaşadım, yaşıyorum, şahidimsiniz. (Ayaktakiler) Barış Manço, Zeki Müren, İbrahim Tatlıses, ‘Talat Bulut (Oturanlar) Hülya Süer, Emel Sayın, ‘Türkan Şoray, Nükhet Duru, Sezen Aksu gün plajda güleş oynaş takılacağız işte; derdim ne anlaşılır gibi değil.
Sonra da iflah olmadım zaten. 43 yıllık ömrümde aşktan yerlere mi yapıştım, öfkeden küplere mi bindim, hayatın pimini çekesim mi geldi, içimdeki şırfıntı mı kudurdu, memleket derdinden karalar mı bağladım, bir sevilenin ardından mateme mi kestim; fonda hep bir Sezen şarkısı çaldı durdu.
Sezen Aksu külliyatına bakınca, binbir farklı hayatın kodunu görür ya insan, hepsinden kendime pay çıkarabilmem nasıl bir tuhaflıktır? Düşünüyorum, neremden, nasıl bu kadar vurdu durdu; durup durup vurdu diye, hesabın içinden çıkamıyorum.
Hayat dilde var oluyor madem, bu dekoder bizi bu kadar usta bir dille bize anlatırken, ne anlatıyor? Bu yaşadığımız hayat ne? Biz kimiz, nasıl bir milletiz?
“Biraz Dr. Jekyll ve Mr. Hyde durumu diyebiliriz belki de” diyor, Sezen Aksu: “Fakat aslında insan böyle bir malzeme… Bu sorunun cevabı bilimsel olarak beni aşar, neticede sosyolojinin konusu… Kişisel gözlemim anlık duygusal tepkileriyle, kolaylıkla yapıcı ya da yıkıcı olabilen ama vicdanına seslenildiğinde beklenmedik bir ortak insanlıkta birleşiveren, kutsal toprakların çocukları gibiyiz. Dolayısı ile çocuksu bir toplumuz nazarımda… Sevmek, anlamaya çalışmak, okşamak, sabretmek lazım.”
Hayat denen şu sergüzeştte kendi o payına düşen rolden razı olsa gerek… Hayatın tesadüf-seçim döngüsünde şahsi dahli ne raddededir? Bu hayatta planlı bir kaderci olabilmek ne derece mümkün?
“Aslında cevap sorunun içinde var zaten” diyor:
“Biraz kucağınıza düşenler, biraz kendi seçimleriniz… Evrenin kusursuz bir planı olduğuna inandığım için kendi katkımla ilgili sübjektif değerlendirmelerim, sadece vehimden ibaret olabilir diye şerh koyarım hep. Şarkı söylemek istedim, söyledim. Sözler melodiler kopup geldi içimden, yazdım. Önüme yollar çıktı, bazen aklımı, bazen kalbimi dinleyerek bazılarını seçtim. Ama ne kadarını gerçekten ben yaptım, ‘ben’ nedir, buradan çıkamayız… Galiba her şey kendiliğinden oldu. Küçük aklımla bu büyük sırrı çözebilmem mümkün değil. Bütün bu söylediklerim de bu küçük aklın elverdiği kadar. Yaşadım, yaşıyorum, şahidimsiniz.”
Deliveren albümünün girişinde, albüme ismini veren eserin müellifi, güzelim göçmüş şair Salih Ecer’i de andığı, hâl-i pür melalinden dem vurduğu nefis, kompakt bir metni vardır Sezen Aksu’nun. O metni,
“… Bu durumda hayatı bir ikinci halden geçirebilme şansı verip katlanabilir kılan yeteneklerim için Tanrıya şükranlarımı sunarım” diye bitirir. Peki elde başka ne var, hayatı tahammül edilebilir kılan, diye sorunca; “Hayatın kendisi…” diyor: “Deneyimlerden elde edilen çıkarımlar ama en önemlisi insanın iflah olmaz, her şeye rağmen hayatta kalma içgüdüsü… ”
Peki sözün bittiği yerde ne başlar? Söz biter mi?
“Söz bitmez” diyor. “Çağlar boyunca yeniden ve yeniler tarafından üretilerek yenilenir. Gittikçe çoğalır. Hayat gibi ileriye akar hep. Burada söz derken, herkesin kendi seçtiği ifade biçimini kastediyorum. Örneğin, dilsiz biri çok daha fazla anlam üretebilir bazen. Katma değeri olan her ifade çok değerlidir bence. Söz biterse kıyamet kopar.”
Şimdi herkes içinden bir Sezen Şarkısı tutsun o halde. Zira söz bittiği için değil, bilakis, söz çağlayacağı için, yine de bir kıyamet kopacak. En olumlu anlamıyla… Sahnede! O
Bazıları kendi dönemine, bazıları Sezen Aksu gibi her döneme damga vuran ikonik isimler, 8o’lerdeki bir Altın Kelebek Ödül töreninde bir arada. (Ayaktakiler) Barış Manço, Zeki Müren, İbrahim Tatlıses, ‘Talat Bulut (Oturanlar) Hülya Süer, Emel Sayın, Türkan Şoray, Nükhet Duru, Sezen Aksu gün plajda güleş oynaş takılacağız işte; derdim ne anlaşılır gibi değil.
Sonra da iflah olmadım zaten. 43 yıllık ömrümde aşktan yerlere mi yapıştım, öfkeden küplere mi bindim, hayatın pimini çekesim mi geldi, içimdeki şırfıntı mı kudurdu, memleket derdinden karalar mı bağladım, bir sevilenin ardından mateme mi kestim; fonda hep bir Sezen şarkısı çaldı durdu.
Sezen Aksu külliyatına bakınca, binbir farklı hayatın kodunu görür ya insan, hepsinden kendime pay çıkarabilmem nasıl bir tuhaflıktır? Düşünüyorum, neremden, nasıl bu kadar vurdu durdu; durup durup vurdu diye, hesabın içinden çıkamıyorum.
Hayat dilde var oluyor madem, bu dekoder bizi bu kadar usta bir dille bize anlatırken, ne anlatıyor? Bu yaşadığımız hayat ne? Biz kimiz, nasıl bir milletiz?
“Biraz Dr. Jekyll ve Mr. Hyde durumu diyebiliriz belki de” diyor, Sezen Aksu: “Fakat aslında insan böyle bir malzeme… Bu sorunun cevabı bilimsel olarak beni aşar, neticede sosyolojinin konusu… Kişisel gözlemim anlık duygusal tepkileriyle, kolaylıkla yapıcı ya da yıkıcı olabilen ama vicdanına seslenildiğinde beklenmedik bir ortak insanlıkta birleşiveren, kutsal toprakların çocukları gibiyiz. Dolayısı ile çocuksu bir toplumuz nazarımda… Sevmek, anlamaya çalışmak, okşamak, sabretmek lazım.”
Hayat denen şu sergüzeştte kendi o payına düşen rolden razı olsa gerek… Hayatın tesadüf-seçim döngüsünde şahsi dahli ne raddededir? Bu hayatta planlı bir kaderci olabilmek ne derece mümkün?
“Aslında cevap sorunun içinde var zaten” diyor:
“Biraz kucağınıza düşenler, biraz kendi seçimleriniz… Evrenin kusursuz bir planı olduğuna inandığım için
kendi katkımla ilgili sübjektif değerlendirmelerim, sadece vehimden ibaret olabilir diye şerh koyarım hep. Şarkı söylemek istedim, söyledim. Sözler melodiler kopup geldi içimden, yazdım. Önüme yollar çıktı, bazen aklımı, bazen kalbimi dinleyerek bazılarını seçtim. Ama ne kadarını gerçekten ben yaptım, ‘ben’ nedir, buradan çıkamayız… Galiba her şey kendiliğinden oldu. Küçük aklımla bu büyük sırrı çözebilmem mümkün değil. Bütün bu söylediklerim de bu küçük aklın elverdiği kadar. Yaşadım, yaşıyorum, şahidimsiniz.”
Deliveren albümünün girişinde, albüme ismini veren eserin müellifi, güzelim göçmüş şair Salih Ecer’i de andığı, hâl-i pür melalinden dem vurduğu nefis, kompakt bir metni vardır Sezen Aksu’nun. O metni,
“… Bu durumda hayatı bir ikinci halden geçirebilme şansı verip katlanabilir kılan yeteneklerim için Tanrıya şükranlarımı sunarım” diye bitirir. Peki elde başka ne var, hayatı tahammül edilebilir kılan, diye sorunca; “Hayatın kendisi…” diyor: “Deneyimlerden elde edilen çıkarımlar ama en önemlisi insanın iflah olmaz, her şeye rağmen hayatta kalma içgüdüsü… ”
Peki sözün bittiği yerde ne başlar? Söz biter mi?
“Söz bitmez” diyor. “Çağlar boyunca yeniden ve yeniler tarafından üretilerek yenilenir. Gittikçe çoğalır. Hayat gibi ileriye akar hep. Burada söz derken, herkesin kendi seçtiği ifade biçimini kastediyorum. Örneğin, dilsiz biri çok daha fazla anlam üretebilir bazen. Katma değeri olan her ifade çok değerlidir bence. Söz biterse kıyamet kopar.”
Şimdi herkes içinden bir Sezen Şarkısı tutsun o halde. Zira söz bittiği için değil, bilakis, söz çağlayacağı için, yine de bir kıyamet kopacak. En olumlu anlamıyla… Sahnede!