Oturduğu yerden kaldırmaya mahkeme kararı gereken insanlardanımdır; gel gör ki çekim boyu Gökhan Özoğuz’u izlerken canım sokağa fırlayıp koşmak istiyor; ya da ne bileyim, deli gibi dans etmek filan…
Bu hissi tanıyorum ben. Athena’nın, çelik bir kafesin ardına konuşlanmış sahnede sergilediği performansla, ska mabedi Captain Hookün müdavimlerini zincirden boşalmış yaratıklara dönüştürdüğü 90’lardan tanıyorum…
Zeynep, “Ebru sana başlık buldum” diye sesleniyor gülerek: “Gökhan’ın yüzünün görünmediği karelerden birini seçip kocaman açalım; üzerine de, ‘Bilin bakalım kim’ diye yazalım!”
Gökhan Özoğuz’un, araya güreş hamleleri de katarak yerlerde fır döndüğü, şekilden şekile girdiği ve kelime manasıyla düz duvara tırmandığı çekim boyunca, birçok karede, uzuvları ya da kıyafet parçaları kapattığı için yüzü seçilemiyor hakikaten.
Fakat aynen Zeynep’in dediği gibi, isterse kıyamet kalabalığın arasına karışmış olsun, Gökhan’ı herhangi bir ortamda, anında seçebilmeniz için illa yüzünü görmeniz de gerekmiyor. Adamın arkası dönük de olsa, pançolar, yağmurluklar içinde kaybolmuş da olsa, şapkası çenesine inmiş de olsa, bakar bakmaz biliyorsun: Gökhan işte!
Naz, “Styling’e benim imzamı koymasak mı acaba?
Haksız kazanç gibi geliyor valla” diyor. Gökhan Özoğuz’un
üzerindeki, Nizam-ı Cedid askerlerinden ilhamla yapılmış pantolonlar, kendi tasarımı; kullanılan parçaların bir kısmı da ona ait; bu aralar taşınmakta oldukları için evde “her yer her yerde” olmasa, çok daha güzel “bissssürü” şey getirmiş olabileceğinden yana hayıflanıyor. Kıyafet kombinlerinde daimi fikir teatisi sürüyor.
Çekim için nimetten süje; röportaj için de keza: Ağzından bal damlıyor.
Geçtiğimiz haftalarda sezon finali yayınlanan O Ses Türkiye’nin tarihçesinde görülmemiş bir başarıya imza attı; o meşum “Kendi kulvarında kendiyle yarışıyor” magazin klişesini hayata geçirdi: Final haftasını gören dört yarışmacı da onun takımındandı.
“Hiç böyle olacağım düşünmüyordum” diyor: “Bir yarışmada jüri üyesi olmak, hayatımda yapacağım en son şeylerden biridir, diyordum. Fakat konu müzik olunca, sonradan, ya, dedim, işin müzik tarafıyla ilgilenirim, çok fazla sohbet tarafına katılmam herhalde. Kafamda öyle kurgulamıştım ilk başta. Daha önce çok tahmin etmediğim, hayal bile edemediğim şeyler çıktı. Mahalleden 30 senedir beni tanıyan insanlar bile; sen böyle miydin, diye yaklaşır oldu. Ben tabii pek anlayamıyorum ne demek istediklerini; sarhoş sarhoş olduğunu veya deli deli olduğunu bilmezmiş ya, öyle bir şey bu da. Elenen arkadaşlar arasında da çok şahane insanlar vardı ama finale kalan dörtlü öyle bir dörtlü oldu ki kelime bulamıyorum ona… Türk insanı saflığı gördüğü zaman kendini tutamıyor. Karşısında eğer içten pazarlıklı bir durum varsa, onu da görüyor çok net ama saf birini gördüğü zaman, kesip koyası geliyor bir tarafını; öylesine, o kadar…”
Gökhan ve Hakan Özoğuz kardeşler, annelerinin karnından dört dakika arayla, doğum sırasında birbirlerini tekmeledikleri için morarmış gözle çıkmış çift yumurta ikizleri malum. Göztepe, Fenerbahçe, Selamiçeşme, Moda, Kadıköy civarlarında, iyi aileden gelmekle birlikte sokak çocuğu olarak büyüyüp serpilmiş tipler. Haylaz sıfatı çok hafif kaçar, Nurettin Teksan ilkokulunda okurken, üçüncü sınıfta sabrı iflas eden okul yönetiminin, ebeveynlerine yalvar-rica, alın bu çocukları demesiyle, bildiğiniz okuldan atılmışlıkları var. Takdir edersiniz ki ilkokuldayken okuldan atılmak da ayrı bir meziyettir. Yaşadıkları bahçeli ev, babalarının eczanesi, Fenerbahçe Stadı ve Akmar Pasajı arasında geçen ilkgençlikleri deseniz, başka türden bir adrenalin patlaması: “Hayatımın hem en eğlenceli hem en sıkıntılı zamanlarını okulda yaşadım diyebilirim. Hapis gibi gelirdi bana okul. Hâlâ da sevmem. Bizim ülkemizdeki korkunç eğitim müfredatı, bireyin bilgilenmesi değil, bilgilenmemesi için yaratılmış.
Ne cevherler, ne dahi kafalı insanlarımız var ama biz ne görebiliyoruz, ne yararlanabiliyoruz. Ortaokuldayken biz artık iyice uç noktalara gitmeye başlamıştık. Bence insanın meşrebi hep aynı kalıyor. Çocukken neyseniz, ileride ancak onun farkına varmış haline dönüşebiliyorsunuz. Eskiden de böyleydim ama daha sert tepkiler verip, fazla duygusal yaşadığım bir dönemdi. 89-90’da Athena’yı kurduk. Devamlı provalara gidiyoruz, konserler oluyor. O zaman Şebnem Ferah’ın Volvox’u vardı, onu takip ederdik, Pentagram vardı çok sevdiğimiz… Yoğun dönemlerdi.”
’94 yılında, Marmaris’deki Barfendi isimli ufak barda yaptıkları müziğin methi, fısıltı gazetesi marifetiyle yayılır.
Sex Pistols, Nirvana, Rage Against The Machine, Pearl Jam, Clash gibi, normalde barlarda canlı dinlemenin pek mümkün olmadığı türden cover’lar çalar, setlerin aralarında da kendi şarkılarını seslendirirler. Gördükleri ilgi, nihayet albüm yapma fikrini doğurun “Punk ve rock kombini çaldığımız için merak ediyordu insanlar. İstanbul’a gelince Captain Hook dönemi başladı; bizim için miladdır yani, hakikaten acayipti… Bunun cesaretiyle albüme girdik ama benim Türkçe söylediğim şarkılar anlaşılmıyor. Türkçe’yi basarak söylemek diye bir şey var çünkü; ben hiç öyle bir şey bilmiyorum, hoşlanmıyorum da… Basbayağı ağladım, ben böyle şarkı söylemek istemiyorum diye. Holigan, Ska Longa albümünde enteresandır şarkı söyleme şeklim; o ben değilim. Sonrası geldi işte; 12 Dev Adam,
Eurovision, albümler, konserler… Hâlâ da doğru dürüst şarkı söylediğimi düşünmüyorum ama şu son yaptığımız Pis, en azından istediğime yakın bir ses çıkarabildiğim ilk albüm oldu. Hep son albümler için böyle denir gerçi… Herhalde bu duygu hiç bitmeyecek, sonuna kadar böyle yaşayacağız.”
2007’de babaları Ahmet Hamdullah Özoğuz’un vefatı, iki kardeşi derinden sarsar; ciddi bir hava değişikliği ihtiyacı duyarlar:
“Kafamız kötüydü, dağıldık, darmadağın olduk yani. Babamın hastalığının ağır olduğu dönemde, albüm yapmaya çalışıyorduk; mecburen bitirmemiz gereken bir albüm, yapılmış şarkılar var ama kafamızı toparlayamıyoruz. O albüm, Us, benim için hep yarımdır. Ondan sonra bir es ihtiyacı duyduk. Hakan, ben askere gideyim dedi. Ben de beraber gidecektim fakat, olamadı. Baba vefat edince, ikizleri birlikte almıyorlar, sadece biri gidebiliyor, öyle bir kanun var. Ben de öyle olunca Londra’ya gittim. Askerlikten sonra Hakan da geldi.’ye kadar, öyle gelmeli gitmeli bir dönem geçirdik. Ömrümüzce uzaktan yaşamaya çalıştığımız hayatın içindeyiz ama kafamızda her şeyi aslında ne kadar farklı kurgulamış olduğumuzu görüyoruz. Biz daha gerçek bir şey kuruyorduk kafamızda ama gittikten sonra gerçeğin aslında İstanbul’da olduğunu fark ettik. Bu sefer İstanbul-Londra kombinasyonu başladı ki asıl tat öyle çıkar oldu bence.”
Kendileri gibi birçok arkadaşlarının da yurtdışı tecrübesi yaşadıktan sonra, buranın özüne başka bir gözle, baktıklarını, daha çok sahiplendiklerini anlatıyor. Netice itibarıyla dünyalı olmakta fayda var diye düşünüyor.
Laf kaçınılmaz olarak, geçtiğimiz ay, bir cenaze namazı öncesinde abdest alırken çekilmiş bir fotoğrafının kendi adına açılmış fake bir hesapla Instagram’da paylaşılmasına geliyor. Elbette bu konuda canı sıkkın ama çok da büyütmemeye çalışıyor. Böyle bir şeyin duyulmasından çok, duyuluş şeklinden, kendi kontrolü dışında ve usturupsuz bir şekilde ortaya çıkmış olmasından rahatsız:
“Dedem hafızdı; babam beş vakit namaz kılan bir Türk vatandaşıydı. İç dünyamı bir anlatırsam, herkesin kafasında bir çorba oluşur. İnsan hiçbir zaman tek bir şey değildir ki… Yaşayan bütün insanların aile hayatları vardır, seksüel tarafları vardır, profesyonellik bölümleri vardır; bir de herkesin bir sırlı tarafı vardır, kendine has. Ben böyle bir şey açıklayacak olsam, bir kere bu şekilde açıklamam. Bırakın açıklamayı, çok yakın arkadaşlarım bile bilmezler. Senelerdir yaşamış olduğum bir iç dünyam varsa, onu O Ses Türkiye gündemiyle beraber sunacak halim yok. Bu benim özel hayatimdir çünkü, iç dünyamdır; paylaşmaktan da hoşlanmam. Çok sübjektif konular bir kere; çok kolay etiketlenecek konular ama ben oraya sığmam yani. Benim düşüncemdeki yapıda öyle bir limit yok. Benim hayatım gökkuşağı gibi, bin tane şey var. Ben onların düşündüğü müslüman olamam. İnsan kadar alem var denir ya, her bir vatandaşımızın kafasındaki alem kadar bir ben düşünsenize, nasıl bir potpori ortaya çıkar. Sonu yok onun. Herkesin kafasında bir inanç sistemi var, herkesin kendine göre bir -izm’i var; hangi birine gireceksin…”
Başka birinin, kendisi adına hesap açıp, onun ağzından konuşmasını, böyle asılsız muhabbetlerin peşine düşmesini düpedüz tuhaf buluyor. Enteresan anlamıyla tuhaf da değil yani, bildiğin saçma:
“Bence bir insan inanç sisteminden dolayı da alkışlanmamak ayrıca. Bravoluk bir şey değil bu. Ben müslümamm, öbürü budist, öbürü hıristiyan, öbürü musevi, öbürü deist… Her şey insanların bakış açılarında gizli, niye tepki duyalım ya da alkışlayalım ki? İnsan olduğu için sevsin insanlar birbirlerini. Bizim kültürümüzde Neyzen Tevfik vardır mesela; meczup denir, yanlış bulunur, şu bu… Yahu sen önce Neyzen Tevfik’i bir anla yani… Çok severim, okurum, dinlerim; en güzel tarafı hissiyatıdır. Hayatı meyhane, tekke ve hastane arasında geçmiştir denir. Arkadaşım, sen kendi kafanda en iyi düşünceli ve inançlı insan olarak kendini bulurken, bunu yargıladığın dakika, bittin zaten; bütün her şeyinle ters düştün, kendinle çelişiyorsun demektir. Çünkü Neyzen Tevfik’e, ayyaş dersin, deli dersin, mutasawuf dersin, neyzen dersin; üstad dersin; ne tarafından yaklaşıyorsan, osun sen de çünkü; orasından bakıyorsun. Güzel tarafından bakıyorsan, güzelsin. Ayyaş tarafından bakarsan da sen bilirsin. Bağnazlık, yani tepesi, çevresi çok fazla tıkanmış her şey kurumaya, bitmeye mahkumdur. Açık olan her şey dolmaya, büyümeye, genişlemeye, ışıldamaya hakimdir, çok belli yani bu.”
Konuştukça açılıyor; şarkı yarışmasından bahsederken bir zihin uçuşuyla tasawuftan dem vurmaya başlıyor; İstanbul’dan laflarken; Vivienne Westwood’dan, punk’dan…
Konular boyu dağılıyor, dağılıyor, dağılıyor; sonra bir an geliyor, ya birisi dürtüklüyor, ya kendisini araklıyor; biz bu lafa nerden gelmiştik diye soruyor gülerek. Endişeye mahal yok oysa: Bırakınız dağınık kalsın. Dağınıklığı, kendi bütünlüğünde gayet derli toplu; saf, anlaşılır, net zira: Gökhan işte!